DC ve Marvel sinematik evrenlerindeki kadın süper kahramanların temsili

Sinema sektörü Me Too hareketiyle birlikte şöyle güzelce bir silkelenmiş olsa da bu cinsiyet eşitsizliği söz konusu olduğunda tüm hatalarını geçmişte bıraktığı anlamına gelmiyor. Evet, kamera arkasında, oyuncular arası gelir dağılımı gibi mevzularda mesela, büyük kazanımlar elde edilmiş olsa da o istismar ya da eşitsizlik hiç umulmadık anlarda fırlamaya devam edebiliyor. Hem de kamera önünde bile. Bazen bir hikayenin dallanıp budaklandığı bir yerde bazen de bir karakterin kıyafetinde… Bilhassa da süper kahramanı bol çizgi roman uyarlamalarında.

Son 10 yılda, bu sektörde başı çeken DC ve Marvel sinematik evrenlerinde bu durumu düzeltmek adına adımlar atılmaya çalışılıyor. ‘‘İyi niyetli’’ gibi olan bu adımlar bazen yerinde olsa da genele baktığımızda hâlâ birçok eksiklik/olmamışlık içeriyor. Yine de gerek kadın temsili gerekse farklı kimlikler açısından çeşitlilik konusunda girişilen bu çaba çok da nafile değil. Ama elbette, yanlışlarından ders aldıkları için mi, yoksa eleştirilerden ötürü ağızları yanınca imajı düzeltme çabasına giriştikleri için mi; orası tartışılır.

Girişte de dediğimiz gibi süper kahraman filmlerinde başrolde güçlü kadın karakterler görmeye daha yeni yeni başladık. Son 10 yıla gelmeden önce, kadınların bu filmlerdeki rolleri ya erkek süper kahramanların kurtarılmaya muhtaç sevgilisi olmaktı ya da “baştan çıkarıcılığını” kullanarak erkekleri manipüle etmekle sınırlıydı. Hatta Emily Blunt’ın da bu sebeple kendisine teklif edilen Black Widow, Peggy Carter gibi rolleri reddettiği biliniyor. MCU da, DC de süper kahraman filmlerini yaratırken orijin hikayelerini nerdeyse 100 küsür yıl önce yazılmış çizgi romanlardan alıyorlar biliyorsunuz ki.

Bu nedenle günümüz şartlarına uyarlandığında kadın kahramanların arka hikayeleri genelde eksik kalıyor, kahramanın sunuluşunda ise yetersizlikler görülüyor. Ama uzun uğraşlarla, mücadelelerle değiştirmeye çalıştığımız dünya düzenine zamanla çizgi romanlar da (çoğunlukla yanlış bir şekilde de olsa) ayak uydurdular. Mesela Wonder Woman, İkinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği bir zamanda ortaya çıktı. Çünkü erkeklerin çoğu savaşa gitmişti ve geride kalan kadınlar “erkek işi” olarak nitelendirilen işlerde çalışmaya başlamışlardı. Bir Rus ajanı olan Black Widow da yine 1960’larda yaşanan Soğuk Savaş döneminde yazıldı. Captain Marvel’ın çıkışı ise 1970’lerin sonunda yayılan ikinci dalga feminizm hareketiyle yakın tarihlerde gerçekleşti.

Gördüğünüz gibi bu kadın süper kahramanlarımızın ortaya çıkışı epey geçmişe uzansa da DC, ilk solo kadın süper kahraman filmi Wonder Woman’ı 2017 yılında yayınladı. Marvel cephesinde ise durum daha vahim. İlk kadın süper kahramanları Black Widow’u bizimle 2010 yılında tanıştıran Marvel, solo filmi konusunda çok geç kaldı. Biz Iron Man 2’de tanıştığımız bu süper ajanın solo filmini beklerken, Marvel tercihini Captain Marvel’dan yana kullandı (kaptanımızı sevmiyor değiliz, sadece bir sıralama hatası var gibi). Bundan iki sene önceki 8 Mart’ta, Captain Marvel vizyona girdi. Geç gelse de, bu girişim hem çok destek aldı hem de özellikle başrol Brie Larson’ın bir ödül töreninde söylediği şeyler yüzünden protesto edildi, karalandı (bahsedeceğiz bu olaydan da). Ama aslında Wonder Woman ve Black Widow gibi diğer güçlü kadın kahramanların arasından, doğru kadın kahraman temsiliyle sıyrılıyor Captain Marvel. Bu sonuca nasıl vardığımızı ve de kadın süper kahramanların sunuluş tarzındaki gelişimi, en çok göz önünde olan ve de sevilen bu üç kadın kahraman üzerinden anlatmaya başlayalım artık.

Öncelikle en sorunlu karakter takdimine sahip olan süper kahramanımız Natasha Romanoff, namıdiğer Black Widow ile başlayalım.

Natasha, lakabını “küçük ama öldürücü” olan Karadul örümceğinden alıyor. Bu örümceğin adı ise dişisinin çiftleştikten sonra erkeğini yemesinden geliyor. Çok iyi eğitilmiş bir Rus ajanı olan Natasha’ya da, Captain America’ya verilene benzer bir “süper asker serumu” enjekte ediliyor. Ve insanüstü güce ve dayanıklılığa sahip bir kahramana dönüşüyor Natasha. Tabii ki hikayesi bundan çok daha derin ama biz asıl olarak filmlere odaklanacağımız için kısa bir özet geçelim dedik. Marvel filmlerinde ise Scarlett Johansson’ın hayat verdiği Natasha’yla ilk olarak Iron Man 2 filminde tanışıyoruz. Başlarda tam bir narsist “playboy” olarak resmedilen ama son filmlerde “sadık aile babası”na dönüştürülen Iron Man’ın ilk filmleri de zaten başlı başına bir problem aslında. Kadınları sadece birer cinsel obje olarak gören Tony’nin bu zaafını kullanmaya çalışan bir ajan olarak izliyoruz Natasha’yı. Neresinden tutsak elimizde kalıyor yani. Neyse, iki saatlik bu filmde Natasha’nın sadece dokuz dakikalık ekran süresi var. Ve göründüğü bu dakikaların çoğunda da Tony, Pepper ve Happy tarafından baştan çıkartıcı, seksi dış görünüşü sebebiyle yargılanıyor, modellik geçmişi olan bir kadın olduğu için küçümseniyor. Havalı birkaç dövüş sahnesi de var tabi…

İlk Avengers filminde ise yine pek etkin bir rolü yok, en can alıcı sahnelerde yeteneklerini genelde arka planda sergiliyor. Avengers, Captain America: Winter Soldier ve de Age of Ultron’daki ekran süreleri 24 dakika bu karakterin. Age of Ultron’da ise yeşil devimiz Bruce Banner ile aralarında romantik bir ilişki başlıyor. Zaten Natasha’nın bu filmdeki en önemli görevi “Hulk’ı yatıştırmak”. Bu sinirli devi sakinleştirmeye, kontrol altında tutmaya çalışıyor. En uzun ekran süresini ise Endgame’de 33 dakikayla alıyor fedakar kahramanımız. Burada birçok süper kahramanın toz olmasından dolayı rolü artıyor, Avengers ekibinin liderlerinden biri oluyor. Solo filmi ise kendisine ettiğimiz hisli vedanın ardından gelecekti ki bir türlü gelemedi pandemiden dolayı. Yani çok geç kalınmış bu solo filmi bizi karaktere iyice bağladıktan sonra çekmeyi tercih etti Marvel. Bu arada ise Iron Man’e bir tane daha, Captain America’ya ve de Thor’a ise üçer tane solo film çektiler…

Marvel’ın, Black Widow’u bize yanlış bir şekilde tanıtmış olsa da, son yıllarda yaptığı işlerle (Captain Marvel, WandaVision, Black Panther) kadın karakterler konusunda doğru yolu bulmaya başladığını görebiliyoruz, haklarını yemeyelim. (Tabii ki sebeplerini hâlâ tartışabiliriz.) Hatta hem Infinity War hem de Endgame, Marvel’ın artan kadın kahraman sayısıyla hava attığı küçük sahneler içeriyor. İki filmde de verdikleri savaşın ortalarında küçük bir “girl power” toplanması yaşanıyor… Ve Natasha’yla kötü bir başlangıç yapan Marvel,  “bakın ne kadar yol kat ettik” dercesine günah çıkarıyor sanki. Tabii bu durum yalnızca kadın karakterler için değil geçerli değil. Mesela Black Panther’deki hem siyahi hem de kadın karakterler de yine nispeten başarılı temsil edilen karakterler bu arada. LGBTİ+ karakterler konusu ise hem Marvel’ın hem de DC’nin en eksik olduğu konu diyebiliriz. MCU’da şu ana kadar hiçbir kuir karakteri açıkça göremedik, sadece yaptıkları açıklamalarla doğruluyorlar bu durumu. Mesela Thor: Ragnarok’da tanıştığımız, Tessa Thomson’ın canlandırdığı Valkyrie karakterinin biseksüel olduğu biliniyor aslında, hatta filmde kendisinin bu yöneliminin doğrulandığı sahneleri de varmış. Ama bu sahneleri filmden çıkartılmış. Bu konuda Marvel da DC de şimdilik ölü taklidi yapıyorlar yani.

Ve Wonder Woman’a gelelim.

WW’nin çizgi romanı, psikolog William Moulton Marston tarafından yazılıyor 1941 yılında. Marston, “feminizmin ve empatinin tüm özelliklerini taşıyan yeni ve gelişmiş bir kadının sembolü” olarak nitelediği bu kahramanı çok severek yazıyor. Hatta başlarda kimse “bir erkekten üstün olabilecek” bu kadın süper kahramanının çizgi romanını basmaya yanaşmıyor. Marston ise pes etmiyor ve sonunda çizgi romanı yayınlatmayı başarıyor. Ama 1942 yılında bu çizgi seri WW’nin yeterince giyinik olmadığı sebep gösterilerek, “gençler için onaylanmayan yayınlar” listesine alınıyor ve bir süre yasaklanıyor. Bu süreci ve Marston’ın karmaşık özel hayatını anlatan bir film bile mevcut: Professor Marston and the Wonder Woman.

Neyse, biz devam edelim. Marston, sevgi dolu ve şefkatli olma yeteneğinin kadınları üstün cinsiyet yaptığını ve dünyanın geri kalanının bunu henüz anlamadığını düşünen bir insan. Wonder Woman’ın gerçekten de böyle düşünen birinin zihninden çıktığı çok açık değil mi? Ama nedendir bilinmez (!), hem Marston’ın yazdığı son serilerde hem de Marston’ın ölümünden sonra yazılmaya devam edilen serilerde WW geleneksel cinsiyet rollerine kurban ediliyor maalesef. Kıyafeti git gide daha da açılıyor, kendisinin yapabileceklerini ve gücünü küçümseyen bir erkeğin peşine takılıp “kahramanlık”tan uzak davranışlar sergiliyor ve başlardaki misyonundan tamamen uzaklaşıyor. Eril bakışa göre daha da cazip hale getiriliyor yani.

Zack Snyder ve Allan Heinberg’in yazdığı ve Patty Jenkins’in yönettiği 2017 yapımı Wonder Woman filmi ise, hâlâ hayranlar tarafından DC’nin en iyisi olarak kabul ediliyor diyebiliriz. 2016’da yayınlanan Batman v Superman: Dawn of Justice filminde hızlıca, yüzeysel bir şekilde tanıştığımız Wonder Woman’ın geçmişini öğrendiğimiz bir film bu. DC’nin sevilen bir kadın kahramanının solo filmini bir kadın yönetmene emanet etmesi de olumlu bir gelişme yine. Ama Patty Jenkins bu filmi çekerken, DC’nin bir erkek yönetmene vereceği kadar ücret alma konusunda bir mücadele veriyor. Çünkü DC, Jenkins’e erkek yönetmenlere verdiğinden daha düşük bir ücret teklif ediyor. Jenkins bu mücadelesiyle başta Gal Gadot olmak üzere hepimizin desteğini alıyor.

Filme gelirsek ise, ilk yarısında Amazon kadınlarının arasına karıştığımız, ikinci yarısında bir dünya savaşının ortasındaki gerçek dünyaya adım attığımız bir film WW. Amazon kadınlarının anlatılış şekli her ne kadar etkileyici olsa da yine birtakım yanlışlar barındırıyor. Filme göre, Amazon kadınları “erkeklerin kalplerini sevgiyle etkilemek” ve de Savaş Tanrısı Ares’in etkisindeki erkeklerin savaşlarla dünyayı yok etmesini önlemek amacıyla yaratılmışlar. Bu tanım aslında kadınların, erkeklerin kavga etmelerinin/savaşmalarının sebebi olmaları ya da bu durumda “yatıştırıcı” bir rol üstlenmeleri gerektiği gibi basmakalıp fikirleri destekliyor. Filmin devamında ise Diana hayatının aşkı Steve ile onu ölümden kurtararak tanışıyor. Bu defa kurtarılmaya muhtaç taraf kadın değil farkındaysanız, burada bir sıkıntı yok gibi görünüyor. Daha sonra Steve, filmin ikinci yarısında Diana’nın gerçek dünyaya ayak uydurmasına yardım ediyor. Diana da, Steve ne derse onu yapıyor, düşünce tarzını bile dönemin kalıplarına göre “düzeltmesine” izin veriyor yabancı olduğu bu dünyada. Filmin sonunda ise Steve’ın kendini feda etmesiyle güçlü Amazon savaşçımız kendisine geliyor ve Ares’e kafa tutmaya başlıyor. Ve burada sarf ettiği cümleler tam da Marston’ın Wonder Woman’ının sözleri aslında: “Bu hak etmekle ilgili değil, neye inandığınla ilgili. Ve ben aşka inanıyorum.” İlkinden çok daha kötü bir kurguya sahip olan Wonder Woman 1984 filmi ise yine aynı argümanı destekliyor sonunda. Diana’nın, koskoca Wonder Woman’ın yine en büyük gücünün de zaafının da aşkı olduğunu görüyoruz.

Ve son olarak “Higher, Further, Faster” sloganına sahip Captain Marvel’ımıza gelelim. Bu süper kahramanımızın çizgi roman geçmişi biraz karışık. Birçok farklı isimle yer alıyor çizgi serilerde. Hatta Captain Marvel unvanını benimseyen ilk kahraman Carol değil, bir Afro-Amerikan olan Monica Rambeou karakteri. Monica ayrıca çizgi romanlarda Avengers ekibine katılan ilk Afro-Amerikan kahraman. Bu karışıklıktan dolayı da, Marvel filmi yaratırken 2012’den sonra yazılmış Captain Marvel çizgi romanlarını esas almayı tercih ediyor. Oscar ödüllü aktris Brie Larson tarafından canlandırılan Captain Marvel, Anna Boden ve Ryan Fleck tarafından yazılıp yönetiliyor. Captain Marvel, MCU’ya girişinin heyecanla beklendiği yenilmezlerden biriydi aslında. Çünkü Avengers: Infinity War’ın sonunda kahramanlarımızın hiç olmadığı kadar ihtiyacı vardı böylesine güçlü bir kahramana. Bu nedenle orijin filmi de Infinity War’dan sonra yayınlandı.

Brie Larson film vizyona girmeden önce, Crystal & Lucy Ödülleri’nde yaptığı konuşmasında “2017’de en çok hasılat yapan 100 filmi inceleyen eleştirmenlerin yüzde 67’si beyaz erkeklerdi, dörtte birinden daha azı ise beyaz kadınlardı” diyor. Ve bu sektörde daha fazla ırk/cinsiyet çeşitliliği görmek istediğini, filmlerin tek bir bakış açısıyla değil birden fazla farklı bakış açısıyla değerlendirilmesi gerektiğini söylüyor. Konuşması sırasında alacağı tepkileri tahmin etmiş olacak ki, üç defa “beyaz erkeklerden nefret etmiyorum tabii ki” diyor. Ama bu konuşması “cinsiyetçi ve de ırkçı” olarak (?!) lanse ediliyor her yerde. Captain Marvel filmi daha yayınlanmadan Rotten Tomatoes gibi popüler film inceleme sitelerinde düşük puanlar verilerek karalanıyor. Bazı alıngan beyaz erkekler “demek ki Brie Larson filmini bizim izlememizi istemiyor” diyerek filme gitmiyorlar ve protesto ediyorlar…

Şimdi de Captain Marvel’ın neden bu konudaki en doğru temsillerden biri olduğunu anlatalım.

Gerçek adı Carol Danvers olan bu kahramanımızın evrendeki en güçlü ırklardan biri olan Kree’lerin özel kuvvetlerinin bir parçası olarak, akıl hocası Yon-Rogg liderliğinde eğitildiğini görüyoruz filmin başlarında. Ama aslında Carol’ın dünyada da bir geçmişi var. 1980’li yıllarda en yakın arkadaşı Maria Rambeou ile birlikte Hava Kuvvetleri’nde çalışan ilk kadın pilotlardan kendisi. Filmin çoğunu bu günleri hatırlamaya çalışarak geçiriyor Carol. Ve geçmişinden flashback’lere şahit olduğumuzda, kendisinin sık sık “mansplaining”e maruz kaldığını görüyoruz. Buraya ait değilsin, çok duygusalsın, yeterince güçlü değilsin… Erkek kardeşi go-cart pistinde yanından hızla geçerken kendisine hız yapmaması gerektiğini söylüyor, pilotluk eğitimlerindeki tek kadın olarak akranları tarafından küçümseniyor. Ama Carol her defasında düştüğü yerden kalkabilen, inatçı, umursamaz, güçlü bir insan. Ve en sonda, tüm gücüne kavuşmuş bir şekilde ayağa kalktığında da bunu vurguluyor, ben sadece bir insanım diyor. Ayrıca Carol’ın hem süper kahraman hem de özel hayatındaki kıyafetleri de dikkat çekici; başkalarının bakışlarına göre şekillenmediğini gösteriyor bu karakterin. Çünkü Maria da, Carol da dayatmaları pek umursamayan, geleneksel fikirlere hapsolmayan insanlar. Ve de film odağına, Carol’ın kadın olduğu için güçlü olduğunu değil; Kree ırkının küçümsediği insan ırkından olduğu için güçlü olduğu düşüncesini alıyor. Yani Captain Marvel’da kadın süper kahraman temsili tam da olması gerektiği gibi, aşırı vurgulardan ve cinsiyet rollerinin dayatmalarından uzak. Belki de bu nedenle seksist ve kibirli Iron Man karakteri bu kadar sevilirken, uzay gemilerinin içinden geçen Captain Marvel “burnu havada saldırgan bir feminist” olarak itici bulunuyor…

Son olarak da Marvel’ın WandaVision dizisini izledik. Bu dizi Marvel’ın en güçlü süper kahramanlarından biri olan Wanda Maximoff karakterinin solo orijin dizisi. Marvel burada da Captain Marvel’da olduğu gibi doğru bir iş çıkarmış diyebiliriz. Age of Ultron filminde tanıştığımız Wanda’yı bize olması gerektiği gibi, yani bir kahraman gibi takdim ettiler. Kadın olmasına gereksiz ve yanlış vurgulamalar yapmadan. Ama yine de gerek süper kahraman filmlerinde olsun gerek de başrolünde kadınların olduğu diğer türlerdeki filmlerde olsun, sinemada özellikle “güçlü” kadının temsili konusu hâlâ tam olarak oturmuş değil. Çünkü bu geleneksel cinsiyet rol algılarını yıkan değişimin sadece kamera önünde değil kamera arkasında da yaşanması gerekiyor. Wonder Woman filminin yönetmeni Patty Jenkins de bu konuda “Sektörde daha fazla çeşitlilik istiyorsanız, bu çeşitliliği senaryo yazan ve onları geliştiren insanlarda da aramalısınız” diyor. Bu konuda atılan doğru adımların destekçisi olmak, yanlışları daha gür bir sesle eleştirmek ise hepimizin yapması gereken şeyler aslında.

Not: Bu konuda daha detaylı bir şeyler okumak isterseniz, bizim de bu yazıyı yazarken faydalandığımız bu kaynağa göz atabilirsiniz.

 

Dadanizm sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya devam et